Felsefe ve Güncellik-bir tartışma / Slavoj Zizek,Alain Badiou






...Görüşü sorulmak için davet edilen entelektüeller,ister tavsiyeleri ciddiye alınarak sorulsun,ister bir arka plan dekoru,entelektüel bir incir yaprağı misali kullanılsınlar,bu tür sahnelere pek de uyum sağlayamazlar.Yine de iktidar masasına davet edilmek onları cezbeder.
Simone de Beauvoir,Jean-Paul Sartre,Michel Foucault ya da Jean-François Lyotard gibi filozofların olup bitenler hakkında söyleyeceklerinin ne olduğunun ve tartışılan durumun düzelmesi için hangi önerilerde bulunacaklarının önemli olduğu zamanlar,artık geçmişte kalmıştır.Hatta bir zamanlar filozofları sahneye çıkaranlar,1970’lerden itibaren onların yerlerine eğlence dünyasının aktörlerini,modelleri,sporcuları geçirmiştir.
Bu kitabın ele aldığı soru,yani filozofun günün olup biteninde rol oynamasının ya da bu olup bitenin yorumlanmasının gerekip gerekmediği sorusu,entelektüelin toplumumuzdaki rolünün ne olması gerektiğine dair,tam da filozofların yanıtlaması gereken bir sorudur.Filozofların dünyayı sadece yorumlamayıp aynı zamanda değiştirmelerinin gerektiği yanıtı,artık yeterli olmaktan çıkmıştır bugün…
Alain Badiou:Şunu baştan not düşelim:Kant’ı eleştirdiğimde,bunu daha çok senin “Yeni-Kantçılık” olarak adlandırdığın şeyin,yani son on-on beş senedir belli ölçüde resmi felsefe statüsüne kavuşmuş bir çeşit Kantçılığın bir eleştirisiydi.Kant’a dair tespitlerin ikisi bence birbiriyle bağlantılı:Birincisi:Felsefe,doğruların ve sorunların içinde,insan doğasının elde bulunan bir tasarımına kendisini indirgetmeyen bir şeyin olduğunu anlamalıdır.Bu,bana sorarsan çok önemli bir nokta:Felsefenin nesnesi,içinde insandışı (Unmenschliches) bir şey gizler.Bunun için bir sürü ad koyulmuştur:Uzun süre “Tanrı”,”Sonsuz”,”Ussal”,”Mutlak” ve benzeri isimler insan doğası konusunda belirleyici olmuştur.İsimler,kavramlar zamanla kendilerini değişmeye bırakır,ama hep kendisini insani olana indirgetmeyen bir şey vardır:Her zaman felsefenin ilgilendiği,insani olmayan bir şey kalır.Foucault,”insan”ın,tarihi olan bir çeşit teorik inşa (theoretischer Kontruktion) olduğunu ve bu tarihin nerede başladığının görülebildiğini dile getirmiş ve şu sonuca varmıştı:Bir gün sonlandığı da görülecek.Fransa’da,buna “kurumsal antihümanizm” adı verilir ve sadece Foucault’un değil,aynı zamanda Althusser ve başkalarının da görüşüdür.Bu,ilk tespitim.Eğer “insan doğası olarak adlandırdığımızın kökten değişim biçimleri olup olmadığını bilmek asıl mesele”dersen,bununla hem derin hem de doğal bir soru sormuş olursun.”İnsan”,tarihsel ve ideolojik bir inşayı betimler.Felsefenin bu inşayı ebediyen sahiplenmesi için ikna edici hiçbir neden yoktur.Sanıyorum ki,felsefe Platon’dan beri insandışı (das Unmenschliche) olanla karşılaşmıştır ve asli görevi,onunla ilgili olmuştur.Felsefe ne zaman insan doğasının arkasına sığınırsa,-tıpkı tarihin seyrinde ortaya çıktığı gibi- kendi kendisini küçülterek doğrudan bertaraf etmiş olur.Kendini bertaraf eder,çünkü bu durumda insan doğasının kurulu modeline bekçilik etmekten,onun propagandasını yaparak onu katılaştırmaktan başka bir işi kalmamış olur.İkincisi:Bence bu düşünceyle,senin Kant’ta evrensel bir tekillik temasının bulunduğu tespitin birbiriyle bağlantılı.Haklısın,hatta haklıdan da öte.Çünkü bütün büyük filozoflarda,özgüllükler,kültürler,milliyetler,cins farklılıkları ve benzeri şeylerle lafı dolandırmadan evrensellikte tekilin doğrudan katılımı konusunu bulmak mümkündür.Her büyük filozof için düşünmenin tekilliğiyle evrenselliği arasında doğrudan bir bağ vardır.Bugün her yerde özgüllüklerin ve buna saygı duymanın önemli olduğu ve temel oluşturduğu söyleniyor.Seninle aynı fikirdeyim:Bu kültürel özgüllüklerin tepkisel korosuyla savaşmak lazım.Ama buna şunu eklemek lazım ki,tekillik ve evrensellik arasındaki bu doğrudan bağ,evrenselliğin insandışı bir şeyi kendi içinde gizlemesini gerektirir.Evrensellik alışılagelmiş insani bir verilmişliğe indirgendiği vakit,bu artık vazgeçilmesi gereken bir konuma dönüşür.Ve inanıyorum ki,Kant’ta evrensellik ile tekillik arasında bu tür bir doğrudan ilişki,Kant’ın insani olanı,onun insan doğasının sınırını aşması üzerinden tanımladığı noktada üretilmektedir.Kant’ın büyüklüğü,aklın sınırlarına dair bir kuram-aklın insani sınırlarının bir kuramını-ortaya koyuşunda yatmaz.Kant’ta bu boyut vardır var olmasına,ama bugün bu boyuttan yola çıkan artık yok.Kant’ın büyüklüğü,aklın bir sınırının tasarımını,kendi sınırını aşan bir insan doğasının karşıt tasarımıyla bağlamış olmasında;ancak bunu da her şeyden önce bu karşıt tasarımı pratik aklın sonsuzluğuna uygulayarak yapmış olmasında yatar.Sanıyorum ki -ve bununla sözü bitiriyorum-felsefi bağlanma sorununun temelinde,sonlu olanla sonsuz olan arasındaki bir çeşit ilişki yatmaktadır.İnsan sonlu olanla lanetlenmiş midir;insanlık diye adlandırdığımız,sonlu olanın-sonlu insanlık olarak insanlık-içinde hapis mi kalmıştır?Ya da bizler sonsuz olana,yani felsefenin bağlandığı insandışı olana mı uygunuz?İşte asıl soru budur.Ve bu yüzden senin o iki tespitinin-yani evrensellik ile tekillik arasındaki bağla ilgili tespitin ile hümanizmi geride bırakmamız gerektiğine dair tespitin- birbiriyle bağlantılı olduklarını söyledim.
Burada da arkadaşım Slavoj’la yine bir anlaşmaya vardığım için özür dilerim.
Slavoj Zizek:Ne yazık ki,ben de seninle uzlaşmak durumundayım.Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşları kitabında 1848 yılının politik dinamiğini anlatan güzel bir paragraf vardır:İki kralcı kanat olan Bourbonlular ve Orleancılar,cumhuriyetçi “Düzen-Partisi” (partie de l’ordre) içinde birleşmişlerdir.Burada Marx,yalnızca cumhuriyetin anonim güç alanı tanındığı vakit kralcı olunabildiğini söyler.Bu anlamda sana tamamen katılıyorum:İnsani olan,olduğu gibi yalnızca insandışı olanda ortaya çıkar;insandışı olan,evrensel anlamda,doğrudan insani olabilmenin biricik yoludur.Bunu nasıl tahayyül ediyorum?Burada Kant’a geri dönmek istiyorum,çünkü Kant’ın bize bunun üzerine düşünmek için gerekli kavramsal donanımı-ikincil gibi görünen,ama bana sorarsanız Kant2ı anlamak için merkezi olan bir felsefi bir ayrımla-verdiğini düşünüyorum.Kant Saf aklın Eleştirisi’nde,olumsuz yargıyla sonsuz yargı arasındaki ayrımı geliştirir.Olumsuz yargı,bir özneye karşı bir yüklemi değilleyen yargıyken,sonsuz yargı,değilleyen bir yüklemi özneye bağlayan yargıdır.”ruh ölümlü değildir” dendiğinde,bu olumsuz yargıdır.Bu durumda sonsuz yargı ise,”ruh ölümsüzdür” şeklinde ortaya çıkar.Bundan çıkan sonuç nedir?Hep örnek verdiğim adamımı,Stephen King’i işin içine karıştırmama izin verirseniz,korku romanlarını bu nokta üzerinden aydınlatabiliriz.”Ölümsüz”kavramını bilirsiniz.Bu kavram aslında ne demeye gelir?Ölü,ölüdür;ölü olmayan da yaşayıp gidendir.Ama korku edebiyatında olduğu gibi,biri için “ölümsüz” dersek,bu,onun hâlâ daha yaşadığı anlamına gelmez;aslında o ölüdür,ama bildik anlamda değil:O yaşayan ölüdür.Burada görüldüğü gibi,başka bir alan açılır ve bana sorarsanız,buradaki ölümsüz olan,Kant’taki aşkınsal öznedir.Tam da bu anlamda o insani değildir,ama hayvani anlamında insandışı da değil;insani olanın aşırılık boyutu olarak insandışıdır.Böyle görüldüğü vakit,onda aşkınsal olanın boyutu olarak adlandırdığı,biricik bir şey vardır.Birkaç gün önce Tokyolu bir arkadaşım bana mektup yazdı ve -Kuriosa’ya olan tutkumu bilir- Japonya’da 85 dolara satın alınabilen ve alışılmadık biçimde işleyen bir telefondan bahsetti.Arayan kişi çok net olarak duyabiliyor,ama artık klasik anlamdaki ses olayı tamamen ortadan kalkmış.Kafatası kemiklerimizin olduğu yere küçük bir disk yerleştiriliyorsunuz ve karşı tarafın sesi,doğrudan orta kulağa titreşim olarak ulaşıyor.Yani karşı tarafı bu yolla duyabiliyorsunuz,ama ideal bir duyma,ancak kulaklarınızı tıkadığınız vakit ortaya çıkıyor.Burada,istisnai olarak duyu organlarını gerektirmeyen,dolaysız bir duyu deneyimiyle doğrudan karşı karşıyayız.Bir adım daha ileri gitmek gerekirse;beyin araştırmalarındaki şu tuhaf deneyleri herkes bilir:Bu deneyler,sinir sisteminin -beş duyu üzerinden dolayımlanmadan- doğrudan doğruya uyarılmasıyla,haz ya da acı gibi bir duygunun uyanması fikrine dayanır.Burada neden Kant’tan söz ettim?Şematizm teorisini bilirsin;bir şeyin gerçek olması için,şemalara uyması gerekir.Ama burada karşılaştığımız,soyut ve şemalaştırılmamış bir acı değil midir?Buna ya da şuna ait bir acı değil de,dolaysız bir acı değil midir bu?Bu bana biraz -bir parantez açmama izin verirseniz- 1990-91’de bağımsızlıktan sonra ortaya çıkan ilk Sloven parasını hatırlatıyor.Bu parayı severdim,ama kesinlikle ilk paramız olması nedeniyle onunla gurur duyduğumdan falan değildi bu;insanların bu parada bir tuhaflık olduğunu fark etmiyor olmaları nedeniyle severdim.Yugoslav dinarını yürürlükten kaldırdıktan sonra,bu para yaklaşık iki yıl süreyle “beş”,”on” gibi birimlerle dolaşıma girmişti.Ama kimse,bu paranın adının olmadığını fark etmiyordu:500’e sahip olabilirdiniz,ama 500 ne?Devamı yoktu.Ne dolar,ne de şiling…Bu alanı Kant bizim için açmıştır.Ve bu anlamda Lacan da postmodernizme karşı haklıdır:Bilim,sadece bir dil oyunu değildir;tam tersine,şemalaştırılmamış gerçekle uğraşır…


Encore Yayınları,2009,2-83..-89
çev.Özgür Aktok

Hiç yorum yok: