Edebiyat ve Kötülük / Georges Bataille

-Baudelaire ve İmkânsızlığın Heykeli-
Kendi gerçekliğinin bilincinde var olanları biraz olsun ayırt edebilme, tereddütü haklı kılar. Baudelaire için en değerli olan şeyin ne olduğunu "belirgin" bir biçimde bilmemiz imkânsız. Belki insanla değer arasındaki kaçınılmaz ilişki hakkında bilgi sahibi olmayı reddetmesinden yola çıkılarak bir sonucu varılabilir. Belki de, bizim için değerli olan hakkında "belirgin" kararlar verme zayıflığını gösterdiğimiz için ona ihanet etmiş sayılmalıyız: Hepimiz özgürlüğün bir atılım, önceden tasarlanmakla gerçekleştirilemeyen ani ve öngörülmez bir kopuş gerektirdiğini bilmiyor muyuz? Baudelaire, kendisi için de bir labirentti: İmkânlarını bütün yönlere açık tutmakla birlikte hep taşın değişmezliğine, kasvetli şiirle gelen onanizme özendi. Onun geçmişe olan bu bağlılığına, ölümün, erken yaşlanmanın, güçsüzlüğün habercisi sayılan bu bezginliğine hemen her yerde rastlanır. Kötülük Çiçekleri'ndeki şiirleri Sartre'ın yorumunu doğrular niteliktedir: Baudelaire'in tek düşüncesi,"değişmez ve hiç bitmeyecek" bir geçmişten ibaret kalmaktır ve o, "sanki erken bir son onu dondurup bırakmış gibi, bütün hayatını ölüme göre tasarlamayı" tercih eder. Baudelaire'in şiirinde bütünlüğü yaratan, belki de kendisi için verdiği kapana kısılmış hayvan imgesidir; bu imge Baudelaire'de bir takıntı halindedir ve bu çağrışımı bıkıp usanmadan yineler. Bundan başka bir de, şairin düşüncelerinde yer eden ve tek bir kez kendini ele veren ulus imgesi vardır; ancak, onun düşünce dünyasını aşamadan yok olup gider. Sınırlarını geçmişten alan yaratım durur; doyumsuzluk anlamına gelen yaratım, sürüp giden doyumsuzluk halinden kopamaz ve onunla yetinmeye başlar. Başarısızlığın etkisiyle uzayıp giden hüzünlü haz, doyuma ulaşma korkusu, özgürlüğü kendi karşıtına dönüştürür. Sartre'a göre Baudelaire'in kısa süren ömrü ve gençliğinin en pırıltılı yıllarını yaşadıktan sonra hayatının durağanlaşması -sonu gelmez bir düşkünlük halinin başlaması da önemli bir etken olmuştur:"Daha 46'da (yani yirmi beş yaşındayken), servetinin yarısını harcamış, şiirlerinin çoğunu yazmış, ana-babasıyla olan ilişkisine son halini vermiş, yavaş yavaş onu kemirecek bir zührevi hastalığa yakalanmış, hayatının her dakikasında ağırlığını kurşun gibi hissettiren kadınla tanışmış, şiirlerindeki egzotik imgelerin esin kaynağı olan yolculuğu tamamlamıştı." Bu bakış açısı, Sartre'ın Ecrits intimes ile ilgili değerlendirmesinde de yer alır. Bu yazılar, Sartre'ın sıkıcı bulduğu gereksiz tekrarlardan başka bir şey değildir. 28 Ocak 1854 tarihli bir mektubu daha ilginç bulduğumu söylemeliyim. Baudelaire bu mektupta bir dramın senaryosunu verir: Ayyaş bir işçi, kendisini terk eden karısını, ıssız bir yerde gece vakti kendisiyle buluşmaya razı eder; adamın bütün yalvarmalarına rağmen kadın eve dönmeyi kabul etmez. İçine düştüğü umutsuz durumda, karısını kör bir kuyunun bulunduğu yola sokar. Bu bölümde yer alan bir şarkı hikâyeye esin kaynağı olmuştur."Şarkı şöyle başlar:
   Ne kadar da sevimliydi
   Franfru-Cancru-Lon-La-Lahira
   Ne kadar da sevimliydi
   Şerit hızarcı
...işte bu sevimli hızarcı sonunda karısını suya atar; Denizkızı'na şöyle der...
   Söyle Denizkızı, şarkı söyle
   Franfru-Cancru-Lon-La-Lahira
   Söyle Denizkızı,şarkı söyle
   Şarkı söylemek hakkın.
   Deniz senindir içmeye
   Franfru-Cancru-Lon-La-Lahira
   Deniz senindir içmeye
   Ve sevdiceğim yemeye!"
Hızarcı, şairin günahlarını üstlenmiştir; bir fark -bir maske- sayesinde şairin imgesi birdenbire çözülür, bozulur ve değişir: Bu ölçülü bir ritmin belirlediği imge değildir; ritim öylesine gergindir ki, önceden ortaya çıkmaya ve biçimlenmeye zorlar. Sınırlı geçmiş dilin değişen koşullarında büyüleyici olma özelliğini yitirir; sınırsız bir olasılık, aslında kendisine ait olan çekim alanını; özgürlüğün, sınırların inkarının yarattığı çekim alanını doldurur. Baudelaire'in zihninde hızarcı temasıyla ölü bir kadına tecavüz düşüncesinin birleşmesi, elbette bir tesadüf değildir. Bu noktada cinayet, şehvet, şefkat ve kahkaha birbiriyle kaynaşır (Baudelaire, bu anlatıyla tiyatroya tecavüz olayını sokmak ister; anlatıda işçi, karısının cesedine tecavüz etmektedir). Nietzsche bu konuda şunları yazıyor: "Trajik olanın yok olup gittiğini görmek ve kendi içinde o derin kavrayışı, heyecanı ve sevecenliği duya duya bu duruma gülebilmek; işte tanrısal olan bu!" Hiç de insancıl olmayan böyle bir duyguya ulaşmak, belki de bir anlamda imkansızdır: Baudelaire o duyguya ulaşmak için kahramanının zavallı düşkünlüklerinden, konuşma tarzındaki bayağılıklardan yararlanır. Ancak verilen bu tavizlere bakıp, denizkızı bölümünde ulaştığı zirvenin hakkını yememek gerekir. Kötülük Çiçekleri'ni de aşmıştır artık; anlam zenginliğine ulaştığı bu derlemeden sonra Denizkızı'nda bu zenginliğin sınırlarına varmıştır. Baudelaire, bu öyküyü dram olarak yazma tasarısını gerçekleştirmez. Kuşkusuz tembellik yüzünden ve belki de giderek gücü tükendiği için...Dramı önerdiği tiyatronun müdürü, halktan gelebilecek tepki konusunda onu uyarmış da olabilir. Ancak, bu tasarının Baudelaire'i, gidebileceği en uzak yere götürdüğüne hiç kuşku yok: Kötülük Çiçekleri'nden deliliğe giden yolda, Baudelaire, yontulması imkansız olan bir heykeli değil, imkansızlığın heykelini düşlemiştir.


Ayrıntı Y.,2004,s.43,44,45
çev. Ayşegül Sönmezay


illüstrasyon by Sevinç Altan

Hiç yorum yok: