Gilles Deleuze / Ampirizm ve Öznellik (Hume açısından insan doğası üzerine bir deneme)

   Ampirizmin özünü, öznelliğin apaçık görülen probleminde bulduğumuzu sanmıştık. Ama önce, bu problemin nasıl tanımlandığı sorulacaktır. Özne hareket yoluyla, hareket olarak tanımlanır; kendi kendine gelişme hareketi. Gelişen şey öznedir. Öznellik idesine verilebilecek tek içerik budur; aracılık, aşkınlık. Ama fark edilecektir ki kendi kendine gelişme ya da başka şey haline gelme hareketi  çifte bir harekettir: Özne kendi ötesine geçer, özne düşünümler. Hume bu iki boyutu kabul etmiştir, bunları insan doğasının kurucu karakterleri olarak sunar: çıkarım ve icat, inanç ve yapaylık. O halde inanç ve sempatinin sıklıkla göze çarpan analojisine fazla önem yüklemekten kaçınmış olunacaktır. Bu analoji gerçek olmadığından değil. İnancın öznenin bilmeye yönelik edimi olduğu doğruysa, buna karşılık ahlaki ediminin de sempatinin kendisi olmamasından; ahlaki edim yapaylık ya da icattır, inancın karşılığı olan sempati bunun sadece zorunlu bir koşuludur. Kısacası, inanmak ve icat etmek, işte öznenin özne olarak yaptığı budur.
   Veriden, verili olmayan başka bir şeyin varoluşunu çıkarsarım: İnanırım. Sezar ölmüştür ya da Roma varolmuştur, güneş doğacaktır ve ekmek besleyicidir. Aynı işlemin içinde, aynı zamanda yargılarım ve kendimi özne olarak ortaya koyarım: Bunu yaparken de verinin ötesine geçerim. Bildiğimden fazlasını ileri sürerim. O kadar ki hakikat problemi öznelliğin kendisinin eleştirel problemi olarak sunulmalı ve bu şekilde telaffuz edilmelidir: Hangi hak doğrultusunda insan bildiğinden fazlasını ileri sürer? Duyusal niteliklerle doğanın güçleri arasında bir bağıntı, bilinmeyen bir bağıntı çıkarsarız. "Benzer duyusal niteliklerle donanmış yeni bir nesne görüldüğünde benzer güç ve kuvvetler bekleriz, benzer bir sonuç bekleriz. Renk ve kıvam bakımından ekmeğe benzer bir cisimden, benzer bir besin ve yiyecek bekleriz. Ama burada elbette, zihnin açıklama gerektiren bir çalışması söz konusudur." Ama başka bir şekilde, hâlâ özneyiz, yani ahlaki, estetik ya da toplumsal yargılar açısından ve bu yargılar içinde özneyiz. Bu anlamda özne düşünümler ve düşünümlenir: Kendisini genel olarak etkileyen bir şeyden etrafa, güncel işlemden bağımsız bir güç, yani saf bir işlev yayar ve kendine özgü taraflılığının ötesine geçer. Bu sayede, yapaylık ve icat mümkün kılınmış olur. Özne icat eder, özne yapaylaştırandır. Öznelliğin çifte gücü budur: İnanmak ve icat etmek; gizli güçlere ihtimal vermek, soyut, ayrık güçler varsaymak. Bu iki anlamda, özne normatiftir: Normlar ya da genel kurallar yaratır. Bu çifte gücü, genel kuralların bu çifte işlemini açıklamamız gerekir, temelini, hukukunu, ilkesini bulmamız gerekir. Problem budur. Çünkü hiçbir kendinde şey Doğanın güçleri kadar radikal bir biçimde bilgimiz dışında kalamaz, ayrıca anlama yetimiz için de, hiçbir şey güçler ve bunların kullanımının ayırt edilmesi kadar işe yaramaz olamaz. O halde, hangi hak doğrultusunda bunlara ihtimal veriyor, hangi hak doğrultusunda bunları birbirinden ayırt ediyoruz? İnanmak, doğanın bir kısmından, verili olmayan bir başka kısmını çıkarsamaktır. İcat etmek ise, güçleri birbirinden ayırt etmek, işlevsel bütünlükler, yine doğada verili olmayan bütünlükler kurmaktır.
   İşte problem budur: Nasıl oluyor da, verinin içinde, verinin ötesine geçmesiyle bir özne oluşabiliyor? Şüphesiz, öznenin kendisi de verilidir. Şüphesiz, verinin ötesine geçen verilidir ama başka bir şekilde, başka bir anlamda. Bu icat eden ve inanan özne, verinin kendisini bir senteze, bir sisteme dönüştürecek şekilde verinin içinde oluşur. Açıklanması gereken budur. Bu şekilde ortaya konan problem içinde ampirizmin mutlak özünü keşfederiz. Genel olarak felsefe hakkında, bunun her zaman bir analiz planı aramış olduğunu söyleyebiliriz, buradaki plana göre bilincin yapılarının incelenmesine girişilip bu inceleme yürütülebilecek, yani eleştiri mümkün olacak, ve deneyimin bütünü doğrulanabilecektir. Demek ki eleştirel felsefeleri karşı karşıya getiren öncelikle bir plan farkıdır. Metodik olarak daraltılmış olup bununla da bize asli bir kesinlik, özün bir kesinliğini veren bir plan üzerinde konumlanıp, veri diye bir şey nasıl olabilir, bir şey nasıl kendini bir özneye veri olarak sunabilir, özne bir şeyi nasıl edinebilir, diye sorduğumuzda aşkın bir eleştiri yapmış oluruz. Burada eleştirel gereklilik, matematik tipindeki inşa edici bir mantığın gerekliliğidir. Tamamen içkin, ama bunun tersine, kurallarını belirlenebilir hipotezlerden, modelini ise fizikten alan bir tanımın mümkün olduğu bir bakış açısından, özne hakkında şu soru sorulduğu zaman eleştiri ampirik olmuş olur: Özne verinin içinde nasıl oluşur? Birinin oluşumu öbürünün oluşumuna yol açar. Veri artık bir özneye verilmiş değil, özne veride oluşmuştur. Hume'un meziyeti, her şeyin ötesinde, saf haldeki bu ampirik problemi, aşkın olandan da, psikolojiden de uzakta tutarak ortaya çıkarmış olmasısır.
   Peki veri nedir? Veri duyulur olanın akışıdır, der Hume, bir izlenimler ve imgeler topluluğu, bir algılar kümesidir. Veri görünür şeylerin kümesi, görünüme karşılık gelen varlıktır, o harekettir, değişimdir, ne özdeşliği ne de yasası vardır. İmgelemden, zihinden, bunlarla ne bir yeti ne bir organizasyon ilkesi kastedilerek, böyle bir küme, böyle bir topluluk olarak bahsedilecektir. Ampirizm ayrık algıların bir topluluğu, hareketli bir art arda gelişi deneyiminden yola çıkar. Ayrık oldukları, bağımsız oldukları sürece bunlardan yola çıkar. Aslında ilkesi, yani deneyime bir statü kazandıran kurucu ilke kesinlikle " her ide bir izlenimden türemiştir", değildir, bunun sadece düzenleyici bir anlamı vardır, ampirizmin ilkesi şudur:


   Ayrılabilir olan her şey seçilebilir ve seçilebilir olan her şey farklıdır.
   
Fark ilkesi budur.


   Yoksa, seçilebilir olamayanı ayırabilmemiz ya da farklı olamayanı ayırt edebilmemiz nasıl mümkün olabilirdi?


   Bu durumda deneyim, farklı olmaları sayesinde ayrılabilir ve ayrılabilir olmaları sayesinde farklı idelerin art arda gelişleri olur. Bu deneyimden yola çıkmak gerekir, çünkü bu, deneyimdir. Başka hiçbir şeyi varsaymaz, öncesinden gelen hiçbir şey yoktur. Duygulanım olmak için herhangi bir özneyi gerektirmez, değişikliğe uğramış hali, tarzı olmak için herhangi bir tözü gerektirmez. Eğer tüm seçilebilir algılar ayrı bir varoluşsa,
   bir algının varoluşuna dayanak olmak için hiçbir şey zorunlu gözükmüyor.
   Zihin, zihindeki ideyle özdeştir. Töz terimini muhafaza etmek, buna gene de bir kullanım kazandırmak istiyorsak, bunu gerektiği gibi uygulamalıyız, hiçbir fikrimizin olmadığı bir kaideye değil,


   her algı bir tözdür ve bir algının her ayrık kısmı ayrık bir tözdür,


diyerek her algının kendisine uygulamalıyız.
   Zihin özne değildir, zihin olacağı bir özneye ihtiyaç duymaz. Hume'un bütün eleştirisi ve özellikle de yanıltmaca ve çelişkileri açığa vuran yeterli sebep ilkesinin eleştirisi şu kapıya çıkar: Eğer özne verinin ötesine geçen şeyse, biz önceden veriye kendi kendisinin ötesine geçme yetisini teslim etmeyelim.
   Öte yandan, zihin Doğanın temsili de değildir. Algılar yalnızca tek tözler değil, aynı zamanda tek nesnelerdir de. Yeterli sebep ilkesinin yadsınmasına şimdi birinci niteliklerin yadsınması karşılık gelir: Algı bize iki nitelik cinsi arasında hiçbir fark göstermez. Deneyim felsefesi yalnızca bir töz felsefesi eleştirisi değil, aynı zamanda bir Doğa felsefesi eleştirisidir. Bu durumda, ide bir nesnenin temsili değil, bir izlenimdir; gelgelelim izlenimin kendisi temsilci değil, dışarıdan gelip de içeri kabul edilmiş değildir, bu doğuştandır. Şüphesiz, bir Doğa vardır, gerçek işleyişler, cisimler, güçler vardır. Ama "tasavvurlarımızı, nesnelerin doğaları ve gerçek işleyişleri üzerine araştırmalara girmeksizin bunların duyulur görünümleriyle" sınırlandırmalıyız. Bu "kuşkuculuk"ta da, bir geri çekilmeden çok bir beklenti, bir öncekiyle özdeş bir beklenti görmek gerekir. İki eleştiri aslında tek bir eleştiri edecek şeklinde birbirine varır. Bunun sebebi nedir? Çünkü doğayla olan belirlenebilir bir ilişki sorununun kendi koşulları vardır: Kendinden ortaya çıkmaz, verili değildir, ancak bir özne, kendi kendini yargılar sisteminin değeri üzerine, yani verinin biçim değiştirmesi ya da veriye bahşettiği organizasyonun meşruluğu üzerine sorgulayan bir özne tarafından ortaya konabilir. Öyle ki asıl problem, bize verili olan görünümlerin bağlı olduğu bilinmeyen güçlerle, bu aynı veri içinde bir öznenin oluşumunu belirleyen aşkın ilkeler arasında, Doğanın güçleriyle insan doğasının ilkeleri arasında, Doğa ve özne arasında bir uyumu, ama yalnızca uygun andaki bir uyumu düşünmek olacaktır. Veriye gelince, kendi başına ve olduğu haliyle veri ne birinin temsili, ne de öbürünün değişikliğe uğramış halidir...


Norgunk Yayıncılık, 2008,
 syf. 86-...-90
çev. Ece Erbay

Hiç yorum yok: