Bulantı / Jean-Paul Sartre

   Başımdan tek bir serüven geçmedi. Hikayeler, olaylar, kazalar ne isterseniz var bende. Ama serüven yok. Bu sözcüklerle ilgili bir soru değil, şimdi anlıyorum. Farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. Aşk değildi bu, Tanrı da değildi, ün kazanmak, zengin olmak da değildi. Bu... Kısacası, belli zamanlarda hayatımın, zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum. Olağanüstü durumlar söz konusu değildi. Bütün istediğim biraz şaşmazlıktı. Hayatımın göz alıcı hiçbir yanı yoktu, ama ara sıra, söz gelimi kahvelerde müzik çalındığı zaman, geçmişe yönelip bir zamanlar Londra' da, Meknés' te, Tokyo'da tatlı anlar geçirmiştim, benim de başımdan serüvenler geçmişti diyordum. Bu, elimden alındı bugün. Ortada hiçbir neden yokken, birden on yıldır kendime yalan söyleyip durduğumu anladım. Serüvenler kitaplardadır. Kitaplarda anlatılanların hepsi hayatta gerçekleşebilir tabii, ama aynı biçimde değil. Oysa benim için o gerçekleşme biçimi önemliydi.
   Önce, başlangıçların gerçek başlangıçlar olması gerekiyordu. Yazık! Ne istediğimi şimdi o kadar açıklıkla görüyorum ki! Süreyi pekleştiren, sıkıntıları kesip atan, bir caz havasının ilk notaları, trompetlerin tiz sesleri gibi ortaya çıkan gerçek başlangıçlar; daha sonraları "Bir Mayıs akşamıydı, gezinmeye çıkmıştım," diye söz açtığımız, ötekilerden ayrı tuttuğumuz akşamlar gerekliydi. Gezintiye çıkarsınız, ay yeni yükselmiştir, tembel, bağımsız, boşalmış gibi duyarsınız kendinizi. Sonra birden, "Bir şey oldu," diye düşünürsünüz. Karanlığın içinde bir şey çıtırdar ya da tüy gibi bir gölge sokağın bir ucundan öte ucuna geçer; hangisi olsa olur. Ama bu önemsiz olay, ötekilerine benzemez. Bu olayın, çevresi sisler içinde kaybolan kocaman bir şeklin başlangıcı olduğunu birden kavrarsınız. O zaman, "Bir şey başlamak üzere," dersiniz.
   Bir şey, sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümüdür yalnız. Bu ölüme, belki benim de sonum olan bu ölüme sürüklenirim. Geriye dönmek elimden gelmez. Her an, ardından geleni getirmek için ortaya çıkar. Her âna, bütün varlığımla sarılırım. Onun yerine başkasının konulamayacağını, onun başkasına benzemediğini bilirim. Ama onu yitip gitmekten alıkoymak için bir şey de yapamam. Berlin'de ya da Londra'da iki gün önce rastladığım bir kadının koynunda geçirdiğim dakikanın (çılgınca sevdiğim dakikanın, neredeyse aşık olacağım kadının) da sona ereceğini bilirim. Birazdan, başka bir ülkeye gitmek üzere yola çıkacağım. Bu dakikayı da, bu kadını bulamayacağım bir daha. Her saniyenin üzerine titrer, her birini emip bitirmek isterim. Hiçbir şey gözümden kaçmaz. Her şeyi unutulmaz bir biçimde yerleştiririm gönlüme. Ne o güzelim gözlerin kaçamak sevecenliğini, tatlılığını, ne sokağın gürültüsünü, ne de neredeyse ışıyacak günün aldatıcı aydınlığını gözden kaçırırım. Ama dakikalar yine de geçip gider. Durduramam onları. Geçip gitmelerinden hoşlanırım.
   Sonra ansızın, bir şey çattadak kırılır. Serüven bitmiştir artık. Zaman gündelik gevşekliğini alır. Geri dönerim, o güzelim müziksel şeklin ta ardımda, geçmişin içine batıp gittiğini görürüm. Gittikçe ufalır; gömüldükçe dertop olur, başlangıcını sonundan ayıramam şimdi. Bu pırıl pırıl noktayı gözlerken, ölümle karşılaşmak, para pul kaybetmek uğruna da olsa hepsini, aynı durumlar içinde, baştan başa, yeniden yaşamak isteyeceğimi düşünürüm. Ama bir serüven yeniden başlamadığı gibi uzayıp gitmez de.
   Evet, bunu isterdim. İşin garibi, hâlâ aynı şeyleri istiyorum. Ben ki bir zenci kadın şarkı söylerken bunca mutluluk duyuyorum; hayatım o melodinin özü olsaydı, kim bilir hangi yüksekliklere erişemezdim.
   Düşünce, o adlandırılamayan, hâlâ şurada. Sessiz sedasız bekliyor. Şimdi sanki şöyle diyor:
   "Öyle mi? İstediğin bu muydu? Ama sen onu hiç elde etmedin ki. Kendini sözcüklerle aldattığını, yolculuklarının hiçliğini, kızlarla oynaşmayı, heriflerle dalaşmayı, cıncık-boncuğu serüven diye adlandırdığını hatırlasana! İstediğini hiçbir zaman da elde edemeyeceksin. Başka birisi de elde edemeyecek."
   Ama niçin? NİÇİN?


Can Yayınları, 1997, syf: 56-57-58
çev. Selâhattin Hilâv


Artistic Sculpture by Anthony Cragg

Hiç yorum yok: