Derrida: İz ve Yokluk / Ahmet Soysal

Kendiliğinden (spontané) bir mimetizm'den yola çıkmak istiyorum. İzi bu fotoğrafta olan. Kim, kimi "taklit etti"? Buradaki mimetizm, bir "poz" mimetizmi. (Bir gün, Derrida'nın ilk İstanbul yolculuğunun sonunda, onu o zamanki Fransız Kültür Merkezi müdürüyle havaalanına götürmek için Palais de France'dan almaya geldiğimizde, tam gitmeden önce, müdür fotoğraf çektirmeyi önerdi. Sanırım şoför, birkaç fotoğraf çekti. Bu, onlardan biri.)
   Fotoğraf çektirme oyununa Derrida rahatlıkla razı oldu. Ve oyunun tam oyun olmasına katkıda bulundu: poz verdi, "teatral" sayılabilecek iki üç poz verdi. Bu fotoğraftaki poz gibi. Ama acaba ben mi önce öyle durmuştum -ve poz vermeden durmuştum- ve Derrida da fotoğraf ve poz oyununda "benim gibi" durmuştu?
   Oysa bu konuyu şimdi ele alarak, ve bu tarzda ele alarak, ben değil miyim Derrida'ya mimetik bir şekilde yaklaşmak isteyen, dahası "Derrida'cılık" yapan, Derrida'nın açmış olduğu bir düşünce üslubunda yol almaya çalışan?
   Her büyük düşünür; bir düşünce üslubu yaratır ("açar"). Derrida'nın yaptığı gibi. Oysa bir düşünce üslubunu tanımlamak belki de olanaksızdır. Derrida'nın düşünce üslubu, yapıtıdır (başkaları için olduğu gibi). Zaten söz konusu olan, "tek bir" üslup mudur (üslubun çoğul anlamını dile getiren de Derrida'nın kendisi değil midir)?
   Derrida'nın çıkışı fenomenolojidir denilebilir. Ama nedir çıkış? Hem köken (ya da kaynak), hem de terk ediş...Derrida, fenomenolojiden geldiyse de fenomenolojinin dışına çıkma -onu terk etme anlamında- yönelimini göstermiştir. Bu durumun büyük kitabı, La voix et le phénoméne'dir (Ses ve Fenomen). Bu yönelimde Heideggerci motivasyonlar saptanabilir. Présence (şimdiki-zaman'ın -présent'ın- onda egemen olan zaman anlayışını belirlediği ölçüde, "Olan" anlamında -isim durumunda- Varlık), fenomenolojide terk edilen -ve fenomenoloji'yi terk ettiren- büyük "motif"tir, dahası merkezdir, kalptir. Ama bu öyle bir "motif"tir ki -ya da öyle bir iştir ki (affaire)- garip bir yerçekimi, manyetizmayı sürdürmeyi bırakmaz. Bu, bitmez. Geri döner. Derrida'nın spectralité, revenance ("hayaletsellik","geri-dönüşsellik") dediği olgu, belki önce bu présence için geçerlidir. Geri dönen présence. Hep geri dönme olasılığını taşıyan présence.
   Belki de Derrida'nın düşünce üslubunun başlıca öğesini, bu présence'ın geri dönüşünü engellemeye yönelik düzenler (ruses anlamında) ya da tuzaklar oluşturmaktır.
   Présence'a karşı geliştirilen stratejide başvurulan yollar (araçlar, gereçler -ya da aletler, aygıtlar) çeşitlidir, ama belki de bunlar arasında paradigmatik değeri olan biri öne çıkar: dil; ama öncelikle dilin izi, iz olarak dil,"söylemek-istemek"ten (vouloir-dire) ayrıldığı ölçüde ya da boyutta dil.Yazı.
   Hem yazı, metafiziğin söyleyemediğinin, kapattığının, içeremediğinin -onun dışının- paradigmasıdır. Hem de metafiziğin (hem présence metafiziği olan metafiziğin) "tersine inşasının" (déconstruction'u böyle çevirmek de olanaklıdır) başkalarında izinin sürülmesi gereken ve "kendinde" (déconstruction'un öznesinde, Derrida'da ve Derrida gibi yapanlarda) harekete geçirilmesi gereken yoludur (aracı ya da aygıtı). Buna göre, Derrida'nın düşünce üslubunun temel biçimsel niteliği, onun yazan bir düşünce olmasıdır; yazının olanaklarını dikkate alan ve seferber eden bir düşünce olmasıdır (bu yazı titizliğinin Derrida'nın konuşmasına da, konuşan ya da konuşmacı Derrida'ya da, Derrida'nın sözüne de "geçtiği" söylenebilir). Hatta öyle ki onun retorik bir düşünce olduğu da iddia edilebilmiştir! (Burada kastedilen, yazı olmuş bir sözün "iyi söylemesi"nin oyunlarıdır.) Yazıyla düşünen bir düşünce...Bu bakımdan da Blanchot'ya yakın. Kendine -kendi yazısına- dönen bir düşünce. Dışa açılan deviniminde kendi üstüne kıvrılan. Yazdığı her şeyin hesabını soran ve hesabını veren. Hatta bunu, kendini reddetmek pahasına yapan (désécrire denilen devinim: yazılmış olanı yazarak bozmak). Başkasını -bir düşünürü, bir yazarı- okuduğu gibi kendisini de okuyan. Okuyan bir yazı. Böylece, kendini okurken kendini yazmış olanı (ya da tersine, kendini yazarken kendini okumuş olanı) okumuş oluyoruz...İşte mimetizm yeniden başladı...
   Présence'a karşı geliştirilen düşünce üslubunda belli odaklar öne çıkacaktır. Heidegger bunlardan biridir: hem bir "motivatör"dür, bir kaynak, bir yol gösterici, bir "yandaş". Hem de kurtulduğunun tuzağına sürekli olarak düşme olasılığını barındırandır: düşüyor gibi olmuştur, belki de şu ya da bu biçimde düşmüştür. Heidegger'in düşüncedeki yollarına karşı sürekli uyanık durmak gerekmektedir...Heidegger, sorunlu (problématique) yandaştır, sorunlu yol göstericidir.
   Başka bir odak, edebiyattır. Edebiyatın sınırındaki bir edebiyattır bu. Mallarmé'dir, Artaud'dur, Blanchot'dur, Celan'dır (ve Jabés'tir, Joyce'tur, Francis Ponge'dur...). Derrida, bu yazarlarla yakınlıklar kurmaktadır. Derrida'da (ve Derrida'yla) felsefenin, bu dış dile açılması, ona büyük bir canlılık getirmektedir. Derrida'yla felsefe, edebiyatın uç sözüne açılarak, onu içerek, kendini merkez görmekten (kendini belirlemiş olan auto-centrisme'inden) çıkmaktadır. Bir bakıma, iki karşıt devinim aynı anda gerçekleşmektedir: kaçınılmaz olarak kavramsal kalan felsefe, edebiyatın değdiği, getirdiği, verdiği başka bir dili sahiplenmedikçe, onu kendinin kıldıkça (approprier), kendini başkalaştırmakta, kendiyle arasına uzaklık koymaktadır.
   Présence'a niçin (ya da ne adına) karşı olunduğu konusuna değinmek gerekir. Sorun,  artık Heidegger'in sorunlu yolunda yol alarak présence metafiziğinin kapadığı ve unuttuğu Varlığı (fiil durumunda Varlığı: Olma'yı) açmak değildir. Sorun, aslında (ama her türlü "asıl" ve "esas"ın kaybolduğu bir ortamda), yeni bir fiile (verbe) ya da zarf'a (adverbe) erişme sorunudur. Bunlar çoğuldur: oluş (devenir), ertele(n)me-farkla(n)ma (différer), saç(ıl)ma ya da tohum saç(ıl)ması (disséminer), uzyla(n)ma (espacer), ya da Levinas'taki autrement (başkaca) gibi...Sorun, bunlara erişmenin stratejileri kurma sorunudur. Déconstruction bir devinimdir ve bir devinime erişilmesidir: durmayacak, sonlanmayacak, aynılaştırılmayacak bir yazıya erişilmesidir.
   Derrida, kendine présence'ı ta fenomelojiye -ve daha da ötelerine- dek felsefe tarihinde, dil teorilerinde, psikanalizde vs. yoklamakla, kovalamakla sınırlamamaktadır, ama bambaşka olanın (tout autre) -fiil, zarf, hatta en benzersiz ve en öte'de bazen bir isim- da peşindedir, onun düşüncedeki, edebiyattaki (ve sanattaki) izlerini saptamaya ve yazısında yeniden işletmeye çaba göstermektedir.
   İşte bu noktada, yeni bir odağın, özellikle Derrida'nın son döneminde ağırlık kazandığına işaret etmemiz gerekiyor. Buna, kısaca ver(il)iş (don) ve adalet (juctice) düşüncesi diyebiliriz (zaman, mekân, ölüm, isim, konukseverlik, kozmopolitika, tanrı ya da negatif teoloji gibi konulara bağlanmış bir düşünce olarak). Bu odak kapsamında, Derrida'nın Levinas ve Blanchot ile bağının daha da derinleştiğini görürüz. Belki daha yakın, daha sıcak bir Derrida karşımıza çıkar (Levinas'ın sözünü ettiği "başka insan hümanizması"nın ışığı altında). Derrida'nın son sözü bu olmuştur. Déconstruction devinimi, ulaştığı bütün alanlarda présence'ın maskesini düşürmeye çabalamış, sonrasında bambaşka olanın yazı deneylemelerine açılmıştır ama bununla da kalmayıp, bambaşka olarak başka insanın sorunsalına katkı yapmıştır. (Bunu yaparken, fenomenolojinin başından beri içerdiği olasılık durumundaki -ve daha oluşturulması gereken- başka bir fenomenolojiye de yönelmiştir.)
   Şimdi o sahneye tekrar dönmek istiyorum. Fotoğraf. Fotoğraf kaydı, birlikte çektirilen fotoğraf, anı, iz, poz ve oyun konularını yorumlamayacağım. Tesadüf (ya da rastlantı) konusu da bunlara eklenebilir.
   "Tesadüfen" de olsa, bu fotoğraf bence garip bir enerji içeriyor. Ne yapıyoruz? Ne oluyor? Kısacık bir oyun oynanıyor...Ve bir mimetizm gerçekleşmiş (ya da gerçekleşmiş gibi). İçinde tesadüfün, oyunun, bir çeşit doğaçlamanın, mimesis gibi bir şeyin gerçekleştiği bu durumdan ve bu durumun izinden sıyrılıp başka bir şeyi anlatarak bitirmek istiyorum.
   Derrida öldüğünde garip bir şey düşünmüştüm. Hayatını ve yapıtını oluşturmuş o toplamdan (o çabalardan, gerilimlerden, titizliklerden, inceliklerden, yoğunluklardan , ilişkilerden, çeşitli görünmelerden vs) nasıl da birdenbire onlarla hiçbir bağı bulunmayan bir yok oluşa, bir kuyuya, bir karanlığa tümüyle gömüldüğünü düşünmüştüm. (Bu öyle bir gömülmeydi ki, öncesiyle hiçbir orantısı, ortak ölçüsü yoktu; öncesinin varlığını neredeyse yok sayıyordu...Öncesini siler süpürürcesine egemenlik kuran bir şiddetti.) Tabii eşsiz önemdeki yapıtından ve onun gelecekte de parıltısını yitirmeyecek izinden, izlerinden söz etmiyorum. Bunu, bu baş döndürücü ve dönüşsüz düşüşü, yapıtı için düşünmedim (daha doğrusu duyumsamadım, çünkü benimkisi bir duyumsamaydı, bir histi). Ama Derrida için, o yaşamış olan, yaşama çabasını (ve duruşunu, gururunu) ölümünden az süre önce çıkmış Le Magazine Littéraire dergisinin özel sayısında yer alan söyleşisinde ve fotoğraflarında son bir kez daha  gözler önüne sermiş olan birey için düşündüm (ya da hissettim). Aslında ölçüsünü ya da boyutunu hiç kimsenin -Derrida'nın bile- önceden kestiremeyeceği bir boşluğu hissettim. Hiçbir anımsamanın, hiçbir çalışmanın dolduramayacağı bir boşluk. (Tabii ki bu, ölen herkes için geçerlidir. Ama niçin ben bunu Derrida için böylesine hissettim?) 
   Hayaletin -"hayaletselliğin", "geri-dönüşselliğin"- mutlak sınırı. Yazının mutlak sınırı.


cogito, sayı:47-48 / Yaz-Güz 2006
s.251-...-255

Hiç yorum yok: