Buluştuğumuz Yer Burası- John Berger

 ***Benden kaçabilecek kadar hızlı gittiğini mi sanıyorsun, diye soruyor bana, arabasını Kielce'deki ilk trafik ışığında yanıma çekerek.
   Ayakkabılarını çıkarıp atmış, arabayı çıplak ayak kullandığını fark ediyorum.
   Senden uzaklaşmaya çalışmıyorum, diyorum, sırtımı dikleştirip iki ayağımı birden yere basarak.
   Bu hız niye öyleyse?
   Cevap vermiyorum, cevabı biliyor nasılsa.
Hızda unutulmuş bir sevecenlik vardır. Araba kullanırken, başını bir santimetre bile oynatmak zorunda kalmadan ekrandaki göstergeleri görebilmek için sağ elini direksiyondan belli bir tarzda kaldırır. Elinin bu küçük hareketi orkestra karşısındaki büyük bir şefin hareketleri kadar temiz ve kesin olurdu. Bu kendinden emin halini çok severdim.
   Hayattayken ona Liz derdim, o da bana Met. Ona taktığım ismi severdi, çünkü hayatının o anına kadar böyle kaba saba bir takma ada karşılık vermesi akla hayale sığmaz bir şeydi. "Liz" bir yasanın çiğnenmesi anlamına geliyordu ki yasa çiğnemeye bayılırdı.
   Met, Saint Exupéry'nin romanlarından birinde havacıya verilen isimdir. Galiba Gece Uçuşu'nda. O benden çok daha fazla kitap okumuştu ama ben de daha hayat adamıydım; belki bu nedenle bana bir seyrüsefercinin adını takmıştı. Bana Met demek aklına bir defasında Calabria'dan arabayla geçerken gelmişti. Arabadan her çıktığımızda başına geniş kenarlı bir şapka takıyordu. Güneşte yanmaktan nefret ederdi. Cildi Velasquez'in zamanındaki İspanyol kraliyet ailesininki kadar beyazdı.
   Bizi bir araya getiren neydi? Yüzeysel bir bakışla, merak- yaşımız dahil her konuda birbirimizden apaçık bir şekilde farklıydık. Birlikte pek çok ilk yaşamıştık. Ama daha derinden bakıldığında, bizi bir araya getiren aynı hüznün sözsüz kabulüydü. Kendimize acımıyorduk. Bende en ufak bir kendine acıma sezmiş olsaydı bunu hemen kesip atardı. Bana gelince, söylediğim gibi, onun kendinden emin oluşunu severdim, kendine acımayla bir arada olmaz bu özellik. Bizimkisi dolunaydaki bir köpeğin çılgın uluması gibi bir hüzündü.
   İkimiz de farklı farklı nedenlerle, birazcık umutla yaşamak için mutlaka üslup gerektiğine inanıyorduk, ya umutlu yaşardın ya da umutsuzluk içinde. Arası yoktu.
   Üslup? Belli bir hafiflik. Belli hareketleri ya da tepkileri devre dışı bırakan bir utanç duygusu. Bir zarafet teşebbüsü. Her şeye rağmen bir melodinin aranabileceğine ve belki de bulunabileceğine dair inancını korumak. Ancak üslup belli belirsizdir. İnsanın içinden gelir. Gidip bir yerden alamazsınız. Üslup ile modanın ortak bir rüyası olabilir, ama farklı yaratılmışlardır. Üslup görünmez bir vaade dairdir. Bu yüzden de dayanıklılık ve zamanla uzlaşma yeteneği geliştirir. Üslup müziğe çok benzer.
   Gecelerimizi konuşmadan Bartok, Walton, Britten, Şostakoviç, Chopin, Beethoven dinleyerek geçiriyorduk. Yüzlerce gece. 33'lük plakların zamanıydı, arka yüzünü elle çevirmeniz gerekenlerin. Plağın arkasını çevirip elmas uçlu pikap iğnesini yavaşça üzerine indirdiğimiz anlar, şükran ve beklenti dolu, sanrılı bolluk anlarıydı; bu anları ancak birimiz diğerinin üzerinde, yine tek kelime etmeden seviştiğimiz anlarla karşılaştırabilirim.
   O halde neden uluyorduk? Üslup insanın içinden gelir ama güvenini başka bir zamandan alıp bugüne ödünç vermelidir, ödünç alan da o zamana bir rehin bırakmalıdır. Tutkulu bugün, üslup için hep çok kısadır. Aristokrat olan Liz geçmişten ödünç alıyordu, ben ise devrimci bir gelecekten.
   Üsluplarımız şaşırtıcı derecede benzerdi. giyim kuşamdan ya da markalardan bahsetmiyorum. Yağmurda sırılsıklam bir ormanın içinde yürürken, ya da sabaha karşı Milano'nun merkezi tren istasyonuna varırken nasıl olduğumuzu hatırlıyorum. Çok yakın.
   Yine de birbirimizin gözlerinin derinliklerine, bunun içerdiği riskleri bal gibi bildiğimiz halde inkâr ederek baktığımızda, ödünç aldığımız zamanların kuruntudan ibaret olduğunu fark etmeye başlardık. Hüzün buydu. Köpeğin ulumasına yol açan buydu.


syf. 166- ...- 169


***Hayatımıza giren hayatların sayısı hesap edilemez.


syf. 161


***Neden benim kitaplarımdan hiçbirini okumadın?
   Beni başka hayatlara götüren kitaplardan hoşlanırdım ben. Okuduğum kitapları bu yüzden okudum. Çok okudum hem de. Her biri gerçek hayatla ilgiliydi o kitapların; ama kaldığım yerden okumaya başladığımda, benim başıma gelenleri anlatan kitaplar değil. Ben okurken, her türlü zaman duygusunu kaybederdim. Kadınlar hep başka hayatları merak ederler, erkekler bunu anlamayacak kadar iddialıdırlar. Başka hayatlar, daha önce senin yaşadığın, ya da yaşamış olabileceğin başka hayatlar... Senin kitaplarınınsa, benim yaşamak değil de, ancak düşlemek isteyeceğim, tek başıma, kendi kendime, hiç kelime olmadan düşleyeceğim başka bir hayat hakkında olmasını umuyordum. Onun için iyi ki okumamışım.
   Bugünlerde saçma sapan şeyler yazmayı göze alıyorum.
   Ne bulursan onu yaz, yeter.
   Ne bulduğumu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
   Doğru, bilemeyeceksin. bilmen gereken tek şey, yalan mı söylüyorsun yoksa doğruları söylemeye mi çalışıyorsun. Bu ikisi arasındaki ayrım konusunda yanılmayı göze alamazsın bundan böyle...


syf.231


Metis Yayınları, Şubat 2008
çev.Cevat Çapan, Gönül Çapan, Müge Gürsoy Sökmen


John Berger drawning by by Maggi Hambling

Hiç yorum yok: